top of page
Ara
  • yukselbegum1

Neden psikoterapi?

Psikoterapi hakkında benim de gözlemlediğim sıklıkla dile getirilen söylemlerden bazılarını aktarmak isterim: ‘Benim çözemediğim şeyi o nasıl çözecekmiş? E ben arkadaşıma da anlatıyorum. Susup dinleyecekse duvara da anlatırım.’ Tüm bu söylemlerin ortak noktasında psikoterapistin odadaki işlevine dair soru işaretleri mevcut.


Öncelikle psikoterapist kişinin çözemediği şeyleri çözmüyor, onun bilmediği şeyleri bilmiyor, zihnini okuyamıyor. En temelde kişiyi çözümlenecek bir sorun, bir ‘şey’ olarak görmüyor. Psikoterapist kişiye sorunu anlamak, anlamlandırmak ve farklı açılardan ele almak için bir alan sağlıyor. Bu alan içinde bulunduğumuz diğer alanlardan farklılaşıyor. Bir arkadaşımızla, partnerimizle veya akrabamızla kurduğumuz alanlara benzemiyor. Belki de sınırları en belirgin ve de belirli olan ilişki olabilir. Koruyuculuğu ve güvenliği buradan geliyor.


Peki bu koruyuculuk ve güvenlik hissi neden önemli? Öncelikle kendimi bir başkasına açabilmem ve daha da önemlisi kendime açabilmem için güvende hissetmeye ihtiyaç duyarım. Tıpkı bir çocuk gibi… D. W. Winnicott, çocuğun keşfedebilmesi ve keyifle araştırmaya koyulabilmesi için güvenli bir ortamın gerekliliğine vurgu yapar. Bu ortam bakım veren tarafından sağlanmaktadır, çocuk bu alanın tutarlılığını ve varlığını tekrar tekrar deneyimledikten sonra ‘güvenlik’ hissini edinir ve keşif yolculuğuna başlar. Bu alanın erken dönemde deneyimlenmiş olması ileriki dönemler için kritiktir. Psikoterapi tam olarak bu alanın, en azından bir benzerinin, oluşturulması üzerine temellerini atar. Bu alanın tekrar tekrar deneyimlenmesiyle (Ki uzun soluklu psikoterapi süreçleri bir o kadar önemlidir) kişinin kendini keşfi için bir adım atılır.


Bir başkasının eşliğinde kendimizi araştırıyor olmanın önemini Jean Paul Sartre’ın ‘Bakış’ konseptiyle de anlayabiliriz. Sartre’a göre ötekinin (Bir başkasının) varlığı kendi üzerimize düşünebilmemiz için gereklidir. Bir öteki olmadığında kendime döndüğüm süreç başlamaz. Burada ötekinin varlığından kasıt birinin fiziken başımızda durması değildir. Doğduğumuz andan itibaren birçok ötekiyi içselleştiririz. Biri orada olmasa bile içimizde temsilleri vardır. Sartre bu konseptini ‘Anahtar deliği’ hikayesiyle açıklar:


Kıskançlık, merak veya diğer duygularda kapıya kulağımı yasladığımı ve anahtar deliğinden içeri doğru baktığımı varsayalım. Bir anda ayak sesleri duyarım ve birinin beni gördüğünü hissederim. O an merak ve diğer duygularım yerini görülmüş olmanın verdiği utanca bırakır. Arkama baktığımda kimsenin orada olmadığını görürüm. Ancak utanç duygusu varlığını sürdürmeye devam eder. Arkamdan birinin gelebilecek olma ihtimali varlığını sürdürür…




Sartre, ötekinin bakışını daha olumsuz bir anlamda ele almıştır. Ancak farklı bir açıdan yaklaştığımızda şunu görebiliriz ki öteki o an için görünürde olmasa bile bir ötekinin varlığı deneyimim üzerinde düşünmem için bana bir alan sağlar. Bu nedenle psikoterapiye birinin varlığında kendi üzerimize düşündüğümüz alan demek çok da yanlış olmayacaktır. Şu kısmı da unutmayalım. Zaman içerisinde belirli örüntüleri geliştirdik ve bunları pekiştirdik. Yani bazı davranışlara, düşüncelere daha meyilli ve aşinayız. Söz konusu bu olduğunda, diğer örüntüler belirsiz ve ön görülemez gelebilir ve bu nedenle tekrar tekrar aynı yolu tercih edebiliriz. Ki çoğu zaman bu tercihimizin bilinçli anlamda farkında dahi olmayabiliriz. Aynı yolu izleyerek farklı çözüm bulmaya çalışırız. Ötekinin soruları (bu durumda psikoterapistin) biz çözülmeye başladıkça farklı olasılıkları açığa çıkarır. Psikoterapi süreci bu nedenle bir uzman eşliğinde yapılan iki kişilik bir süreçtir. Kör noktaların aydınlandığı bir yerdir.


72 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
Post: Blog2_Post
bottom of page